Yaşamın Sırrı... Prof.Dr.Ahmet Özer yazdı

26.09.2020 - 18:15, Güncelleme: 29.11.2021 - 14:41
 

Yaşamın Sırrı... Prof.Dr.Ahmet Özer yazdı

Yaşamın sırrı onu nasıl yaşadığına bağlı. Herkesin, uzun ya da kısa bir ömrü vardır. Önemli olan bu değil, önemli olan sana sunulan bu ömrü basıl yaşadığındır. Yaşarken zamanı nasıl geçirdiğindir. Demek ki yaşamda birinci kritik kavram zaman. O halde ne yapmalı?

Yaşamın sırrı onu nasıl yaşadığına bağlı. Herkesin, uzun ya da kısa bir ömrü vardır. Önemli olan bu değil, önemli olan sana sunulan bu ömrü basıl yaşadığındır. Yaşarken zamanı nasıl geçirdiğindir. Demek ki yaşamda birinci kritik kavram zaman. O halde ne yapmalı?   ZAMAN Zaman, insanlar için üç boyuta sahip. Biz insanlar biri diğerini mahfetmemesi gereken “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” üçgeninde yaşarız. Yaşamın tadı bu dengeyi sağlamakta saklı. Ama her insan bu dengeyi sağlayamaz, çoğu da böyle bir dengenin farkında bile değil.    Bir kere “geçmiş” geçtiği için geri getiremezsin, “gelecek” henüz gelmediği için hükmün geçmez, ancak ve ancak “şimdiyi” yaşayabilirsin. Şimdiyi de diğer canlılara göre bir farkla yaşayabilir insan: Hayvanlarda olmayan anılar ve hayaller; yani geçmişin birikimi ve geleceğin tahayyülü.    (Anti parantez olarak söylemeliyim; insan hem rasyonel hem de duygusal bir varlık. Akıl güvenlikçidir, güven ister; güven ise ölçüp biçmeyi gerektirir. Bu yüzden akıl biraz gelecekçidir, hemen yapmaktansa geleceğe ertelemekten yanadır. Duygu ve istençler ise şimdicidir, hemen olsun ister. O nedenle insan şimdi ile geleceğin sarkacında gidip gelir. Keşke’ler böyle ortaya çıkar)   GEÇMİŞ VE GELECEK Geçmişin birikimleri/anıları ve geleceğin umudu/hayalleri bugünkü yaşamın biçimlenmesine şu ya da bu şekilde etki eder, onları biçimlendirir. Ancak bazı mizaçlar bu dengeyi sağlayamazlar; söz gelimi gamsızlar mevcut anda yaşarlar; korkaklar ise gelecek endişesi ile yaşarlar. Karamsarlara gelince, onlar ise geçmişin kötü anıları ile geleceğin daha gelmemiş endişelerini dert edinir ve bu kör mengenede yaşadıkları günü mahveder, mutsuz olur, hep endişeli yaşarlar. Oysa aslolan dengedir. Aristoteles 2500 yıl önce erdem, mesotestir; mesotes ise dengedir, diyor. Sokrates de dengeyi över. Fakat tarihin çarkını döndüren şeyin aşırılıklar olduğunu da unutmamak gerekir.    Yukarıda, anılar(tarih) ve hayaller (umut) biz insanlar için demiştim; çünkü geçmiş bilinci ve gelecek umudu olan tek varlık insandır. Zaten uygarlığı da bu özelliğinden dolayı yaratmıştır insanoğlu. Sözgelimi bin yıl önceki bir aslanı ele alalım. Bin yıl önce aslan o gün neyse bu gün de odur. Çünkü aslan (ya da başka bir hayvan) anılarını/yaşadıklarını biriktiremez, biriktirdiklerini geleceğe taşıyamaz, kendinden sonraya aktaramaz. Bu yüzden kendini geliştiremez, bir uygarlık yaratamaz.    Bir de bin yıl önceki insanı ele alalım. O günkü insan ile bugünkü insanı düşünün ve karşılaştırın. Geçmiş anılarını biriktirmiş, geleceğe aktarmış, gelecek için hayal kurmuş, umut etmiş ve bunları gerçekleştirmek uğraş vermiş; bunları yapmak için sadece içinde yaşadığı günden değil geçmiş anılarından da istifade etmiş ve bu özelliğinden ötürü uygarlık(lar) yaratmış.   YAŞAMIN AMACI Peki bu döngüde yaşamın amacı nedir ya da ne olmalıdır? Uygarlık yaratmak mı? Hayır. Schopenhauer insanın amacı mutlu olmak gibi algılansa da aslında gerçek olanın acı ve ızdırap olduğunu söyler; o halde yaşamın amacı acıyı, ızdırabı azaltmak olmalıdır. Genelde karamsar bir kişilik olan filozof; “çok mutlu olmanın yolu çok mutlu olmanın peşinde koşmamaktır” der. İlginç değil mi? Ne kadar az şey beklersen hayattan o kadar çok mutlu olursun ya da o kadar az ızdıraba muhatap olursun. Mesela zenginliği ele alalım. Zenginlik deniz suyuna benzer, ne kadar içersen o kadar susatır. O halde mutluluğu dış zenginlikte değil iç zenginlikte aramalı insan. Peki iç zenginlik nasıl yakalanır? Sonraki yazıda anlatacağım, bu aynı zamanda güzel, erdemli ve iyi bir yaşamın da ip içlarını verecek bize.    Schopenhauer, Platon'un ve Immanuel Kant'ın etkisinde idealizmin teorisini kendince anladığı boyutta temsil ederken, bu genel bakışı subjektif idealizmin sınırlarından taşıramamış ve Hegel'in felsefesini de reddetmiştir.    AKIL MI İSTENÇ Mİ? Schopenhauer, görünen dünyanın ardında yatan esas gerçekliğin istenç olduğunu ileri sürer. Ona göre bu istenç akılsız, bilinçsiz bir öze sahipti ve kendisini fenomenler dünyasında gösteriyor. Bütün görünenlerin kaynağıdır. İnsan bedeni de onun eseri. Aklın denetiminde olmayan bu istenç, insanları parmağında oynatıyor ve geçici tatminlerle veya ulaşılamayan hayâllerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokuyor.    Ona göre; bu anlamsız, boş, acıyla dolu ve kötü hayattan kaçınmanın tek yolu var: İstencimizi öldürmek!  Neşeli olmayı kutsar. Mevcut anın tadını neşe ile çıkarmak, işte hayat bilgeliği budur, diyor.    İstenci öldürme düşüncesi onu Hinduizm, Budizm gibi dünyevi bir yaşamdan el çekmeyi ve bir keşiş gibi yaşamayı, başkalarına yardım etmeyi, mutluluğumuzu olabildiğince arttırmayı değil, acılarımızı olabildiğince azaltmayı öneren bir yaşam şeklini önermeye yöneltti.    İnsanın kontrolsüz biçimde irade içinde hareketi; uygarlıkları, acıları ve kötülüğü doğurmuştur. Çünkü irade hep ister, yaşam için talep eder. Birey, iradenin kontrolündeki yaşamda sorunsalın içinde iradenin karşısına merhamet ve acı duygusunu koyarak bir nebze de olsa dışına çıkabilir ve birey olarak kendini gerçekleştirebilir.   Düşünseliğiyle sürekli olarak acılar, sefillikler vadisi olarak tanımladığı dünyayı şikâyet eden Schopenhauer, ölümü yaşamdan daha iyi bulduğunu itiraf eder. (Devam edecek) -- Prof. Dr. Ahmet ÖZER
Yaşamın sırrı onu nasıl yaşadığına bağlı. Herkesin, uzun ya da kısa bir ömrü vardır. Önemli olan bu değil, önemli olan sana sunulan bu ömrü basıl yaşadığındır. Yaşarken zamanı nasıl geçirdiğindir. Demek ki yaşamda birinci kritik kavram zaman. O halde ne yapmalı?
Yaşamın sırrı onu nasıl yaşadığına bağlı. Herkesin, uzun ya da kısa bir ömrü vardır. Önemli olan bu değil, önemli olan sana sunulan bu ömrü basıl yaşadığındır. Yaşarken zamanı nasıl geçirdiğindir. Demek ki yaşamda birinci kritik kavram zaman. O halde ne yapmalı?
 
ZAMAN
Zaman, insanlar için üç boyuta sahip. Biz insanlar biri diğerini mahfetmemesi gereken “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” üçgeninde yaşarız. Yaşamın tadı bu dengeyi sağlamakta saklı. Ama her insan bu dengeyi sağlayamaz, çoğu da böyle bir dengenin farkında bile değil. 
 
Bir kere “geçmiş” geçtiği için geri getiremezsin, “gelecek” henüz gelmediği için hükmün geçmez, ancak ve ancak “şimdiyi” yaşayabilirsin. Şimdiyi de diğer canlılara göre bir farkla yaşayabilir insan: Hayvanlarda olmayan anılar ve hayaller; yani geçmişin birikimi ve geleceğin tahayyülü. 
 
(Anti parantez olarak söylemeliyim; insan hem rasyonel hem de duygusal bir varlık. Akıl güvenlikçidir, güven ister; güven ise ölçüp biçmeyi gerektirir. Bu yüzden akıl biraz gelecekçidir, hemen yapmaktansa geleceğe ertelemekten yanadır. Duygu ve istençler ise şimdicidir, hemen olsun ister. O nedenle insan şimdi ile geleceğin sarkacında gidip gelir. Keşke’ler böyle ortaya çıkar)
 
GEÇMİŞ VE GELECEK
Geçmişin birikimleri/anıları ve geleceğin umudu/hayalleri bugünkü yaşamın biçimlenmesine şu ya da bu şekilde etki eder, onları biçimlendirir. Ancak bazı mizaçlar bu dengeyi sağlayamazlar; söz gelimi gamsızlar mevcut anda yaşarlar; korkaklar ise gelecek endişesi ile yaşarlar. Karamsarlara gelince, onlar ise geçmişin kötü anıları ile geleceğin daha gelmemiş endişelerini dert edinir ve bu kör mengenede yaşadıkları günü mahveder, mutsuz olur, hep endişeli yaşarlar. Oysa aslolan dengedir. Aristoteles 2500 yıl önce erdem, mesotestir; mesotes ise dengedir, diyor. Sokrates de dengeyi över. Fakat tarihin çarkını döndüren şeyin aşırılıklar olduğunu da unutmamak gerekir. 
 
Yukarıda, anılar(tarih) ve hayaller (umut) biz insanlar için demiştim; çünkü geçmiş bilinci ve gelecek umudu olan tek varlık insandır. Zaten uygarlığı da bu özelliğinden dolayı yaratmıştır insanoğlu. Sözgelimi bin yıl önceki bir aslanı ele alalım. Bin yıl önce aslan o gün neyse bu gün de odur. Çünkü aslan (ya da başka bir hayvan) anılarını/yaşadıklarını biriktiremez, biriktirdiklerini geleceğe taşıyamaz, kendinden sonraya aktaramaz. Bu yüzden kendini geliştiremez, bir uygarlık yaratamaz. 
 
Bir de bin yıl önceki insanı ele alalım. O günkü insan ile bugünkü insanı düşünün ve karşılaştırın. Geçmiş anılarını biriktirmiş, geleceğe aktarmış, gelecek için hayal kurmuş, umut etmiş ve bunları gerçekleştirmek uğraş vermiş; bunları yapmak için sadece içinde yaşadığı günden değil geçmiş anılarından da istifade etmiş ve bu özelliğinden ötürü uygarlık(lar) yaratmış.
 
YAŞAMIN AMACI
Peki bu döngüde yaşamın amacı nedir ya da ne olmalıdır? Uygarlık yaratmak mı? Hayır. Schopenhauer insanın amacı mutlu olmak gibi algılansa da aslında gerçek olanın acı ve ızdırap olduğunu söyler; o halde yaşamın amacı acıyı, ızdırabı azaltmak olmalıdır. Genelde karamsar bir kişilik olan filozof; “çok mutlu olmanın yolu çok mutlu olmanın peşinde koşmamaktır” der. İlginç değil mi? Ne kadar az şey beklersen hayattan o kadar çok mutlu olursun ya da o kadar az ızdıraba muhatap olursun. Mesela zenginliği ele alalım. Zenginlik deniz suyuna benzer, ne kadar içersen o kadar susatır. O halde mutluluğu dış zenginlikte değil iç zenginlikte aramalı insan. Peki iç zenginlik nasıl yakalanır? Sonraki yazıda anlatacağım, bu aynı zamanda güzel, erdemli ve iyi bir yaşamın da ip içlarını verecek bize. 
 
Schopenhauer, Platon'un ve Immanuel Kant'ın etkisinde idealizmin teorisini kendince anladığı boyutta temsil ederken, bu genel bakışı subjektif idealizmin sınırlarından taşıramamış ve Hegel'in felsefesini de reddetmiştir. 
 
AKIL MI İSTENÇ Mİ?
Schopenhauer, görünen dünyanın ardında yatan esas gerçekliğin istenç olduğunu ileri sürer. Ona göre bu istenç akılsız, bilinçsiz bir öze sahipti ve kendisini fenomenler dünyasında gösteriyor. Bütün görünenlerin kaynağıdır. İnsan bedeni de onun eseri. Aklın denetiminde olmayan bu istenç, insanları parmağında oynatıyor ve geçici tatminlerle veya ulaşılamayan hayâllerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokuyor. 
 
Ona göre; bu anlamsız, boş, acıyla dolu ve kötü hayattan kaçınmanın tek yolu var: İstencimizi öldürmek! 
Neşeli olmayı kutsar. Mevcut anın tadını neşe ile çıkarmak, işte hayat bilgeliği budur, diyor. 
 
İstenci öldürme düşüncesi onu Hinduizm, Budizm gibi dünyevi bir yaşamdan el çekmeyi ve bir keşiş gibi yaşamayı, başkalarına yardım etmeyi, mutluluğumuzu olabildiğince arttırmayı değil, acılarımızı olabildiğince azaltmayı öneren bir yaşam şeklini önermeye yöneltti. 
 
İnsanın kontrolsüz biçimde irade içinde hareketi; uygarlıkları, acıları ve kötülüğü doğurmuştur. Çünkü irade hep ister, yaşam için talep eder. Birey, iradenin kontrolündeki yaşamda sorunsalın içinde iradenin karşısına merhamet ve acı duygusunu koyarak bir nebze de olsa dışına çıkabilir ve birey olarak kendini gerçekleştirebilir.
 
Düşünseliğiyle sürekli olarak acılar, sefillikler vadisi olarak tanımladığı dünyayı şikâyet eden Schopenhauer, ölümü yaşamdan daha iyi bulduğunu itiraf eder. (Devam edecek)

--

Prof. Dr. Ahmet ÖZER
Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve inovatifhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.