11 Temmuz 2025 günü sembolik te olsa bir grup PKK’ lının çok sayıda katılımcı önünde silahlarını yakarak bir dönemin perdesini kapatması sahada karmaşık duygularla karşılanmış gibi görünüyor..
Umut ve geleceğe yönelik belirsizlik…
Bir cephede acilen atılması gereken demokratik adımlar beklentisi, öbür cephede ‘terör belası bir daha canlanmamak üzere toprağa gömüldü’ söylemi…
Hepsinden de önemlisi, PKK adlı terör örgütü kendisini lağvettiğine göre terörle mücadele kapsamında hapse atılan onca insan bir yana ‘Kent Uzlaşısı’ adı altında Kürtlerin de desteğiyle seçilen CHP’ li Belediye Başkanlarının örneğin Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’ in halen tutuklu olması ve yerine kayyum atanma gerçeği…
AİHM’ in 4 kez serbest bırakılsın kararına inat yıllardır zindanda ömür tüketen Selahattin Demirtaş ve benzeri durumdaki binlerce siyasi tutuklu..
Can Atalay, Osman Kavala ve çok sayıda adaletin, hukukun işlemesini bekleyen isim…
Türkiye tek adam rejimine uyum sağlayan yargının ‘gözünün üstünde kaşın var’ bahaneleriyle insanların özgürlüklerini ellerinden alan bugünkü gidişatına dur demeden ve demokratik ilkeleri temel hak ve özgürlükleri egemen kılmadan Kürt sorununu çözebilir mi?
Mezkûr ve meçhul meselenin o can alıcı sorusu da ilk kez sorulmuyor, peşinde koşulan yanıtlar da ilk kez aranmıyor…
Aşağıdaki ‘Kürt meselesi bir başka baharı bekler mi?’ başlıklı makalem 7 Kasım 2015 tarihini taşıyor..
1960’ ların ortasında biçilen Sol hareketten başlayarak bugüne uzanan acılarla ve ‘keşkelerle’ yoğrulmuş bir sürece ayna tutan o makaleyi bugün bir kez daha yayınlamakta yarar görüyorum…
**
Kürt meselesi bir başka baharı bekler mi?
Çok eskilere gidecek değilim ama tanık olduğum sürece bakıyorum da, sadece Türkiye demokrasisi değil, demokratikleşme ile birlikte yürüyen Kürt meselesi o kadar çok “keşkelerle” öylesine acı veren pişmanlıklarla dolu ki…
Örneğin 1960 darbesinin ardından gelen demokratikleşme ikliminin filizlenmesine izin verdiği TİP’ in (Türkiye İşçi Partisi hareketi -ki bugünkü ulusalcı İP ile ilgisi olmadığı gibi taban tabana zıtlıklar içeren bir sol hareketti) serpilip büyümesine izin verilseydi diyorum.
O iklimin sıcaklığında genişleyen ve kurumsallaşan özgürlükler, demokratikleşme çizgisi içinde sadece ülkenin ezilen kesimleri değil, Kürtler de temel hak ve özgürlüklere kavuşabilir, Türkiye onca acı ve gözyaşını yaşamak zorunda kalmazdı.
Ama TİP’ e bile tahammül edemeyen egemen güçler önce seçim sistemiyle oynayarak, hareketi parlamento dışı bıraktılar, ardından gelen 12 Mart 71 mahcup darbesiyle de şiddet yerine demokrasiyi seçmiş aktörleriyle o platform etrafında tutunmaya çalışan tüm kesimler ve elbette Kürt hareketleri biçildi, devrimci muhalif damara sokak dışında hayat hakkı tanınmadı.
Ardından 1973 ve 77 seçimleriyle iktidara tutunmaya çalışan “halkçı Ecevit” dönemleri…
Ecevit o günlerin klasik jargonuyla “onlar ortak biz pazar” diyerek günümüz AB’ nin nüvesini oluşturan AET sürecini elinin tersiyle itmese, belki 80 darbesini de yaşamaz, 74 Kıbrıs harekâtı sırasında Karaoğlan’ ın “biz sadece Kıbrıs’ a çıkmıyoruz, Türk ve Yunan halklarına demokrasi de götürüyoruz” cümlesiyle müjdesini verdiği (!) o ince ayar demokrasi! sayesinde sadece Yunanistan albaylar cuntası çökmekle kalmaz, Türkiye de aynı şekilde AB’ nin evrensel kriterlerine uymaya çalışır, o sayede ve büyük olasılıkla 80 darbesi yaşanmayabilirdi…
‘Keşke’ ler diyorum ya, bu da sonradan başımızı taşlara vuracağımız bir başka “keşke” gerçeğiydi.
Ülkeyi 12 Eylül 80’e taşıyan faktörler arasında elbette küresel hesaplar, dış konjonktürün tartışılmaz rolü vardı ama darbenin asıl hedeflerinden birinin o güne kadar yarım kalmış Kürt asimilasyonunu tamamlamaya yönelik hedefleri olduğu tartışılmaz.
Diyarbakır zindanına atılan suçlu, suçsuz tüm Kürtlere reva görülenleri burada anlatacak değilim, ama o zulümden beter insanlık dışı muameleler bile Kürtleri sindirmeye, düzene baş eğmeye yetmedi. Aksine o zindanlar bir halkın daha da bilenmesine, bilinçlenmesine yol açtı.
Ve elbette 90′ larda başlayan Özal’ ın barış arayışları…
Silahların yerini siyasetin alması, dökülen kanın, boşa tüketilen onca enerjinin sonuçsuz kavgasına karşı, bir arada ortak yaşama iradesini savunan cesur çıkışları…
Özal o büyük hayali hayatıyla ödedi ve biz sadece Özal’ a değil, ayağımızın altından kayıp giden bir başka “keşke” ye yandık.
Özal’ ın başlattığı barış ikliminin yerini zaman geçmeden kör şiddetin doldurduğu faili meçhulleri, bugün bile tam olarak açığa çıkmamış nice provokasyon, on binlerle ifade edilen ölümler ve ülkeyi gelişmişler seviyesine çıkaracak kaynakların silahlara, bombalara, savaş uçaklarına, askeri helikopterlere savrulması…
Faili meçhul cinayet organizatörlerinin zamanla “beyaz torosların refakatinde” kendi küplerini doldurmaya başlamalarını küçük bir ayrıntı olarak hatırlatıp, gelelim “keşkelerin” hepimizin gözleri önünde cereyan eden son dönemine.
Erdoğan’ ın başlattığı büyük yolculuğun bugün gelinen duraktaki pür melal haliyle ilgili söylenecek hem çok söz var hem de kelimenin tam anlamıyla “sözün bittiği yer” ikilemindeyiz…
2013 nevruzunda başlayan ve durmadan “med-cezirler” yaşadığımız sürecin bugün varılan kör karanlık aşaması ne ortalama bir aklın, ne o aklı yitirmemiş hiç bir insanın anlayacağı, kabul edeceği bir noktada değil…
Ne oldu, nasıl oldu da bu noktaya geldik soruları da hayli yavan ve anlamsız…
Olan şudur:
Pragmatizmi günlük hesaba indirgeyen bir anlayış, Kürt sorunun çözümünü ülkenin mevcut parlamenter sisteminin yerini alacak Başkanlık yolculuğunun bir manivelası olarak görmüş, o büyük hayalin bir parçası olarak denkleme kattığı barış sürecinin kendisine sanıldığı kadar oy getirmediğini, aksine MHP ve HDP’ ye bir miktar kaydığını görünce “ne masası?” demeye başlamıştır.
Bugün unutturulmaya çalışılsa da, şimdiden tarihteki yerini alan ünlü Dolmabahçe deklarasyonunu aradan 21 gün geçtikten sonra “Reisin” ret etmesinin altında bu neden yatıyor.
Türkiye’nin tüm dizginlerini tek başına elinde tutan ve elbette o deklarasyonun da mimarı olan Erdoğan, sürecin partisine yeterince oy getirmediğini, aksine milliyetçi tabanda bir kaç puanlık kayba yol açtığını görünce, Dolmabahçe’ de kurulan masayı devirmiş, MHP’ ye kaymaya başlayan oyları yeniden toparlama derdine düşmüştür.
Bir zamanların “siyasi hayatıma mal olsa da” diye başladığı cümlelerle savunduğu çözüm sürecini başlatan da, kendisine başkanlığı getirecek bir meclis yapısı arayışı çerçevesinde o barış umudunu yakan da işte bu “Türk tipi Başkanlık” hayalidir.
Düne kadar Erdoğan’ ın yanında yer alan ve HSYK’ den, AYM’ ye dilediği yapılanmaların yolunu açan 2010 referandumunda “yetmez ama evet” diyen liberalleri, barış sürecini tüm Anadolu’ya anlatmak üzere yola çıkan “âkil adamları” bir kalemde harcayan da aynı hesabın bir başka parçasıdır.
Erdoğan’ ı çileden çıkaran bir başka olgu kurulduğu günden beri AK Partiye oy veren muhafazakar Kürtlerin 7 Haziran seçimlerinde HDP’ ye yönelmesidir. Bunların yaklaşık oranı %4′ tür ve HDP’ nin barajı aşarak, Erdoğan’ ın başkanlık hayallerini berhava eden bu %4 civarındaki muhafazakar Kürt tabanıdır.
Hiç kimsenin şüphesi olmasın, AK Parti 7 Haziranda bırakın 330 ları 276 ile iktidar olsa, Erdoğan Başkanlık umutları kaybolsa bile devirdiği müzakere masasını kendi eliyle yeniden kurar, çözüm sürecini kaldığı yerden devam ettirirdi.
Erdoğan ve yakın çevresini asıl yıkan, oyunu bozan Demirtaş ve onunla birlikte kampanyayı yürütenlerin şike maç beklentisi içindeki karşı takım teknik direktörü Erdoğan’a hayal kırıklığı yaşatan agresif biçimde maça asılma halidir. Ve Erdoğan bu girişimi affedecek biri değildir. Daha da önemlisi kendisi için hayat memat meselesi anlamına gelen iktidarda kalma çabasının önündeki en büyük engel olarak ne MHP ne CHP’ yi görmektedir.
Asıl hedefi Demirtaş’ lı HDP’ dir ve en kısa zamanda gidilecek bir erken seçimle bu hesabı bir daha açılmamak üzere kapatma derdindedir.
Peki, bu hesap tutar mı?
O sorunun cevabı, 90′ lardaki filmin tekrarı anlamına gelen bugünlerdeki kan revan manzaranın ne yöne evirileceğine bağlıdır…”