Abdullah Ayan
Köşe Yazarı
Abdullah Ayan
 

AĞLAMA HALEB… (Eski zaman yazıları, 01 Ağustos 2012)

Beyrut’a sesleniyordu Feyruz… “Ağlama Beyrut” derken, teselli etmekten çok yüreğimi yakan bir ağıttı o. Beyrut, biraz da Feyruz’du zaten. İkisi vuslata erip tek varlığa bürünmüştü. Günlerdir Haleb’ in, hem de kendi diktatör yönetimi tarafından bombalanışını izledikçe daralan yüreğimle yanıt arıyorum yakıcı soruya: Hangi cümle tanımlar bu kadim şehri? Hangi ses anlatır acısını? Evliya Çelebi’nin “Evsaf-ı nazargâh-ı enbiya, taht-ı hulefâ, şehr-i azîm, belde-i kadîm” teşbihleri yeter mi anlatmaya? Haleb’in bende bıraktığı etki o kadar derin ki, şu son günlerdeki trajik yangını yüreğimde hissetmek asla şaşırtmıyor… Genlerime işlemiş bir bağ var bu şehirle… Çocukluk günlerimin sislerinde kaybolmaya yüz tutan hafızam yanıltmıyorsa yılı 1958... Eski bir sinemasında, Fransız katliamına direnen yiğit Leyla’nın filmiyle uyanmıştım zulme isyan bayrağı açanlara… Haleb, her ayrı düşüşte özlenen yanıp tutuşulan bir yâr… Hasretiyle yanıp tutuştuğum, çocuğunu emziren anneyi hatırlatan, sihriyle sürekli koynuna çağıran şehir… Saf, temiz Halib*… Kokusunu sevdim. Her gidişimde, serin bilinmezlerinde kaybolduğum çarşısında soluklandım. Bazen insanı ürperten, sanki önceki hayatta yaşanmış bir anıyı yeniden canlandıran Dejavu halleri vardır ya… Haleb’in taş kokan sokaklarında, her seferinde o duyguyu soludum. Sanırım önceki hayatımda da bir Halebliydim. Yıllar geçti. Uzun ayrılıklar, hoyrat hayatın kopardığı sevgiler… Anneye duyulan hasrete benzer bir özlemle, “erteleme, öteleme” gayretleri arasında çok uzun bir ara…2008’de koştum sevgiliye. Affeder mi diye düşünmeden. Biliyordum; kucağına alıp hasretle sarıp sarmalayacaktı beni… Birkaç sitem dolu söz, sonra soluklanacak oturup konuşacaktık: eskilerden, günümüzden, hepsinden önemlisi gelecekten. Yüz yıllık kokusunu taşıyan eski vagonlarıyla yorgun tren, 12 saatlik yolculuğun ardından, vuslat heyecanımı dindirircesine molalarla, aşina duraklarda soluklanarak ve sabah serinliğinde homurdanarak girmişti istasyona. Trenden indiğimde, sanki Abdülhamid Osmanlı’ sı selamlıyordu beni itinayla büyük titizlikle yaratılan muhteşem gar binasında. Yüksek tavanlı taş yapı, genlerime işleyen şehre beni bağlayan köprülerden sadece biriydi. Nasıl da umutla sarılmıştı… Geçmişin yorgunluğunu güzelleştiren asil, kadim şehrim. Kaleye çıktım soluksuz, koşar adımlarla. Gelip geçenler halime bakıp gülüyor, “Nerede tıkanıp çökecek?” diyorlardı. Dinlenmek ne kelime… Işığa koşan kelebekler gibiydim. Bir an önce tepeden Haleb’i seyretmek, içmek istiyordum. Sonrası umurumda değildi. Tırmandım yukarılara. Mazgallardan birinden, kaleyi çevreleyen kurumuş su bendine daldım bir an. Dünyanın en eski kalesi olarak anılsa da, zindanlarından şifa odalarına, kütüphanelerinden tapınaklarına dalmadan önce, o hendekte Timur’un** öldürdüğü on binlerce Halebli’nin iniltilerini duyar gibiydim… O kale, binlerce yıllık direnişi, teslim olmamayı anlatıyordu. En tepesine zirveye tırmandım. Surların üzerinden esen rüzgârla selam yolladım götürebildiği her yere… Beriye’ *** de dedem duydu mu, serin esintinin taşıdığı hasretiyle gözü açık gittiği torununun kokusunu? Soramadım. Mezarların duyduğu söylenir, o duysa da ben duyamadım dedemi… Çarşıya indim sonra. Kaleye çıkışın heyecanı yerini dinginliğe bırakmıştı. Babamın hiçbir yere değişmediği efsanevi çarşının sembollerinden kasap yıllara meydan okuyan inatla hâlâ oradaydı. Girdim içeri. Tanımış mıydı, bana mı öyle geldi? Sipariş almadı, eskiden olduğu gibi hazırladığı etleri pişirip getirdi, koydu masaya. Onca yorgunluğa rağmen otelde uyku tutmamıştı. Yıllar süren hasretin ardından sevdiğiniz biriyle sabaha kadar geçmişten konuşursunuz ya… Haleb’le uyku tanımaz bir gece boyu dertleştik, havadan sudan konuştuk. Sabah serinliğinde tanyeri ağarırken fırladım sokağa. Ermeni, Kürt, Türkmen, Süryani mahalleleri çağırıyordu. Kiliseler bütün ihtişamıyla duruyordu karşımda. Sokaklar bomboştu, Haleb henüz uyanmamıştı. Tadını çıkardım yalnız başıma, sorgusuz, sorusuz, korkusuz dolaşmanın ve tılsımlı havayı solumanın o tarifsiz hazzı. Yavaştan uyandı Haleb. Ful**** yemeyi hatırlattı, teklifsiz ikram etti. Yorgun Zekeriya Camii’nin kapısında buldum kendimi. Ayakkabılar elimde, şadırvanların zikre durduğu kocaman avluda serinledim. Ah, genlerime işleyen kadim şehrim… Dünyaya önceki gelişlerimde beni emzirdiğini hissettiğim, nice şehre analık etmiş Halebîm… Hoyrat eller tarih boyunca kıydı, şimdi de kıyıyor sana… Timur’dan beter yakıp yıkıyorlar binlerce yılın sabrıyla dokunmuş oya zarafetindeki tarihini…“Ağlama Beyrut” diyordu Feyruz… Ağlama Haleb. Ağlama, günün birinde ruhumu teslim etmeyi dilediğim, kendimi bildiğim, kendimi bulduğum ezeli dost, kadim şehir… Nelere dayanmadın ki? Bu da geçer. Küllerinden doğarsın sen. Daha hasretimiz dinmedi. Yine geleceğim sana. Yine sabahlayacağız serin kiliselerindeki ağaç gölgelerinde, cami avlularında. Söz: Bir daha buluşmadan ölümden söz etmek yok… Unuttun mu, ruhunu sende yıkamış Nabi ne diyordu: “Seninçün ettiğimiz ah ü zârı biz bilürüz / Firak içinde geçen rüzgârı biz bilürüz” Diren, tüm şehirlere ilham veren en kadim, en kadirbilir şehir. Diren ve dokunla, kokunla ayakta kal… Kal ki, ileride bir gün dünya gözüyle bir kez daha göreyim seni. Bir başka vuslata yelken açma umuduyla günün birinde yeniden düşelim yollara. O güne kadar sakın yıkılma… Hoyrat ayaklarıyla binlerce yıl kimler ezmeye yok etmeye kalkmadı ki seni? Bugün hiçbiri yok. Ama sen varsın. Sadece sen. Bu da geçer. Geriye yine sen kalırsın: Kiliselerin, camilerin, kalen, çarşın, o baharatla harmanlı mistik kokun… Diren, kalbimin en derin yarası. Ve sakın unutma: Karanlığın en koyu anı, aslında şafağın ışıdığı andır. Umudunu yitirdiğinde yine hatırla Nabi’yi ve yeniden ayağa kalk…: “Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz / Biz neşâtın da gamın da rüzgârın görmüşüz” Abdullah Ayan, Mersin 1 Ağustos 2012 (yeni yayın tarihi 4 Kasım 2025) Dipnotlar:  *Halib: Arapçada “süt” demektir. Haleb’ in adının bu köke dayandığı söylenir.  **Timur’un hendeği: Bugün bile anlatılır; Halep Kalesi’ni çepçevre saran su bendi Timur’u epeyi zorlamış, çok zayiat vermişti ordusu. Olacak gibi olmayınca, esir alınan tüm erkeklerin kafasını kestirip hendeğe doldurarak askerlerin kaleye girişini sağlamıştı.  ***Beriye: Mezopotamya ovası… Mardin’den yamaçlarından başlar, günümüz Suriye toprakları boyunca uzanır. Dedemin mezarı, sonradan çekilen tel örgüler ve döşenen mayınlarla bölünen o toprakların Suriye tarafındadır. ****Ful: Haleb ve Şam’ a özgü pişirilen baklanın ezilmesiyle elde edilen macunsu kıvama zeytinyağı, sarımsak, kimyon, limon suyu eklenerek sabahları halkın büyük çoğunluğunun kahvaltı tercihi..    
Ekleme Tarihi: 06 Kasım 2025 -Perşembe

AĞLAMA HALEB… (Eski zaman yazıları, 01 Ağustos 2012)

Beyrut’a sesleniyordu Feyruz…

“Ağlama Beyrut” derken, teselli etmekten çok yüreğimi yakan bir ağıttı o. Beyrut, biraz da Feyruz’du zaten. İkisi vuslata erip tek varlığa bürünmüştü.

Günlerdir Haleb’ in, hem de kendi diktatör yönetimi tarafından bombalanışını izledikçe daralan yüreğimle yanıt arıyorum yakıcı soruya:

Hangi cümle tanımlar bu kadim şehri? Hangi ses anlatır acısını?

Evliya Çelebi’nin “Evsaf-ı nazargâh-ı enbiya, taht-ı hulefâ, şehr-i azîm, belde-i kadîm” teşbihleri yeter mi anlatmaya?

Haleb’in bende bıraktığı etki o kadar derin ki, şu son günlerdeki trajik yangını yüreğimde hissetmek asla şaşırtmıyor…

Genlerime işlemiş bir bağ var bu şehirle…

Çocukluk günlerimin sislerinde kaybolmaya yüz tutan hafızam yanıltmıyorsa yılı 1958...

Eski bir sinemasında, Fransız katliamına direnen yiğit Leyla’nın filmiyle uyanmıştım zulme isyan bayrağı açanlara…

Haleb, her ayrı düşüşte özlenen yanıp tutuşulan bir yâr…

Hasretiyle yanıp tutuştuğum, çocuğunu emziren anneyi hatırlatan, sihriyle sürekli koynuna çağıran şehir…

Saf, temiz Halib*…

Kokusunu sevdim. Her gidişimde, serin bilinmezlerinde kaybolduğum çarşısında soluklandım.

Bazen insanı ürperten, sanki önceki hayatta yaşanmış bir anıyı yeniden canlandıran Dejavu halleri vardır ya…

Haleb’in taş kokan sokaklarında, her seferinde o duyguyu soludum.

Sanırım önceki hayatımda da bir Halebliydim.

Yıllar geçti. Uzun ayrılıklar, hoyrat hayatın kopardığı sevgiler…

Anneye duyulan hasrete benzer bir özlemle, “erteleme, öteleme” gayretleri arasında çok uzun bir ara…2008’de koştum sevgiliye. Affeder mi diye düşünmeden.

Biliyordum; kucağına alıp hasretle sarıp sarmalayacaktı beni…

Birkaç sitem dolu söz, sonra soluklanacak oturup konuşacaktık: eskilerden, günümüzden, hepsinden önemlisi gelecekten.

Yüz yıllık kokusunu taşıyan eski vagonlarıyla yorgun tren, 12 saatlik yolculuğun ardından, vuslat heyecanımı dindirircesine molalarla, aşina duraklarda soluklanarak ve sabah serinliğinde homurdanarak girmişti istasyona.

Trenden indiğimde, sanki Abdülhamid Osmanlı’ sı selamlıyordu beni itinayla büyük titizlikle yaratılan muhteşem gar binasında. Yüksek tavanlı taş yapı, genlerime işleyen şehre beni bağlayan köprülerden sadece biriydi.

Nasıl da umutla sarılmıştı… Geçmişin yorgunluğunu güzelleştiren asil, kadim şehrim.

Kaleye çıktım soluksuz, koşar adımlarla. Gelip geçenler halime bakıp gülüyor, “Nerede tıkanıp çökecek?” diyorlardı.

Dinlenmek ne kelime… Işığa koşan kelebekler gibiydim. Bir an önce tepeden Haleb’i seyretmek, içmek istiyordum. Sonrası umurumda değildi.

Tırmandım yukarılara. Mazgallardan birinden, kaleyi çevreleyen kurumuş su bendine daldım bir an.

Dünyanın en eski kalesi olarak anılsa da, zindanlarından şifa odalarına, kütüphanelerinden tapınaklarına dalmadan önce, o hendekte Timur’un** öldürdüğü on binlerce Halebli’nin iniltilerini duyar gibiydim…

O kale, binlerce yıllık direnişi, teslim olmamayı anlatıyordu.

En tepesine zirveye tırmandım. Surların üzerinden esen rüzgârla selam yolladım götürebildiği her yere…

Beriye’ *** de dedem duydu mu, serin esintinin taşıdığı hasretiyle gözü açık gittiği torununun kokusunu?

Soramadım.

Mezarların duyduğu söylenir, o duysa da ben duyamadım dedemi…

Çarşıya indim sonra. Kaleye çıkışın heyecanı yerini dinginliğe bırakmıştı.

Babamın hiçbir yere değişmediği efsanevi çarşının sembollerinden kasap yıllara meydan okuyan inatla hâlâ oradaydı. Girdim içeri. Tanımış mıydı, bana mı öyle geldi?

Sipariş almadı, eskiden olduğu gibi hazırladığı etleri pişirip getirdi, koydu masaya.

Onca yorgunluğa rağmen otelde uyku tutmamıştı. Yıllar süren hasretin ardından sevdiğiniz biriyle sabaha kadar geçmişten konuşursunuz ya…

Haleb’le uyku tanımaz bir gece boyu dertleştik, havadan sudan konuştuk. Sabah serinliğinde tanyeri ağarırken fırladım sokağa.

Ermeni, Kürt, Türkmen, Süryani mahalleleri çağırıyordu. Kiliseler bütün ihtişamıyla duruyordu karşımda. Sokaklar bomboştu, Haleb henüz uyanmamıştı. Tadını çıkardım yalnız başıma, sorgusuz, sorusuz, korkusuz dolaşmanın ve tılsımlı havayı solumanın o tarifsiz hazzı.

Yavaştan uyandı Haleb. Ful**** yemeyi hatırlattı, teklifsiz ikram etti.

Yorgun Zekeriya Camii’nin kapısında buldum kendimi.

Ayakkabılar elimde, şadırvanların zikre durduğu kocaman avluda serinledim.

Ah, genlerime işleyen kadim şehrim… Dünyaya önceki gelişlerimde beni emzirdiğini hissettiğim, nice şehre analık etmiş Halebîm…

Hoyrat eller tarih boyunca kıydı, şimdi de kıyıyor sana…

Timur’dan beter yakıp yıkıyorlar binlerce yılın sabrıyla dokunmuş oya zarafetindeki tarihini…“Ağlama Beyrut” diyordu Feyruz…

Ağlama Haleb.

Ağlama, günün birinde ruhumu teslim etmeyi dilediğim, kendimi bildiğim, kendimi bulduğum ezeli dost, kadim şehir…

Nelere dayanmadın ki?

Bu da geçer. Küllerinden doğarsın sen.

Daha hasretimiz dinmedi. Yine geleceğim sana. Yine sabahlayacağız serin kiliselerindeki ağaç gölgelerinde, cami avlularında. Söz: Bir daha buluşmadan ölümden söz etmek yok…

Unuttun mu, ruhunu sende yıkamış Nabi ne diyordu:

“Seninçün ettiğimiz ah ü zârı biz bilürüz / Firak içinde geçen rüzgârı biz bilürüz”

Diren, tüm şehirlere ilham veren en kadim, en kadirbilir şehir.

Diren ve dokunla, kokunla ayakta kal…

Kal ki, ileride bir gün dünya gözüyle bir kez daha göreyim seni.

Bir başka vuslata yelken açma umuduyla günün birinde yeniden düşelim yollara.

O güne kadar sakın yıkılma…

Hoyrat ayaklarıyla binlerce yıl kimler ezmeye yok etmeye kalkmadı ki seni?

Bugün hiçbiri yok.

Ama sen varsın. Sadece sen.

Bu da geçer.

Geriye yine sen kalırsın:

Kiliselerin, camilerin, kalen, çarşın, o baharatla harmanlı mistik kokun…

Diren, kalbimin en derin yarası.

Ve sakın unutma:

Karanlığın en koyu anı, aslında şafağın ışıdığı andır.

Umudunu yitirdiğinde yine hatırla Nabi’yi ve yeniden ayağa kalk…:

“Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz / Biz neşâtın da gamın da rüzgârın görmüşüz”

Abdullah Ayan, Mersin 1 Ağustos 2012 (yeni yayın tarihi 4 Kasım 2025)

Dipnotlar: 

*Halib: Arapçada “süt” demektir. Haleb’ in adının bu köke dayandığı söylenir. 

**Timur’un hendeği: Bugün bile anlatılır; Halep Kalesi’ni çepçevre saran su bendi Timur’u epeyi zorlamış, çok zayiat vermişti ordusu. Olacak gibi olmayınca, esir alınan tüm erkeklerin kafasını kestirip hendeğe doldurarak askerlerin kaleye girişini sağlamıştı. 

***Beriye: Mezopotamya ovası… Mardin’den yamaçlarından başlar, günümüz Suriye toprakları boyunca uzanır. Dedemin mezarı, sonradan çekilen tel örgüler ve döşenen mayınlarla bölünen o toprakların Suriye tarafındadır.

****Ful: Haleb ve Şam’ a özgü pişirilen baklanın ezilmesiyle elde edilen macunsu kıvama zeytinyağı, sarımsak, kimyon, limon suyu eklenerek sabahları halkın büyük çoğunluğunun kahvaltı tercihi..

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve inovatifhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.